Haberler

Özgürlük ve Sorumluluk

Fatma Ece Gödeoğlu

Fatma Ece Gödeoğlu

İletişimci ve Psikolog
18.08.2024 11:56

Jean-Paul Sartre'ın ünlü sözüyle başlayalım: "Varoluş özden önce gelir." Bu cümle, varoluşçuluğun temel bir ilkesini ifade eder. Sartre, bu ifadeyle insanın doğuştan belirlenmiş bir öz, yani sabit bir kimlik ya da amaç taşımadığını belirtir. İnsan önce var olur ve sonrasında kendi özünü, kimliğini ve anlamını yaratır.

Varoluşçuluk, insanı dünyaya fırlatılmış olarak görür; yani biz, belirlenmiş bir amaca ya da anlama sahip olmadan bu dünyaya geliriz. Sartre'a göre, bizler önce var oluruz ve sonra kendi yaşamımızın yönünü belirleriz. Bu süreç hem özgürlüğümüzü hem de sorumluluğumuzu şekillendirir. Sartre, bu özgürlüğü "korkutucu" olarak tanımlar çünkü birey, kendi varoluşunu ve özünü yaratırken, tüm seçimlerinin ve eylemlerinin yükünü taşır. Dışsal bir güç, tanrı ya da toplumsal yapı, bu sorumluluğu hafifletmez. Birey, sadece kendi kararlarıyla var olur ve bu varoluş, sürekli bir inşa süreci olarak görülür.

Modern yaşamda, işte bu korkutucu özgürlüğü yaşıyoruz. İnsanlık tarihi, on beş bin yıl süren çatışmalar ve kan dökülmesinin ardından, eğer bunu hak edebilirsek, teknolojinin sunduğu barış ve refah dönemine doğru ilerliyor. Bu süreç, karşıtlıkların etkileşiminden doğan ve sürekli olarak yeni aşamalara evrilen bir diyalektik sürecin ürünüdür. Birey, bir primat grubunun ayrışmamış varlığından koparak kendini tanımlama sürecine girer. Modern birey, karmaşık toplumsal yapılar içinde var olma gerçeğiyle karşı karşıyadır; artık grubun sağladığı varsayılan destek olmadan, kendi başına yaşamaya bırakılır. İşte varoluşçuluk felsefesi, bu durumu analiz eder.

Özgürlükle ilgili sorular şunlardır: "Bu özgürlükle ne yapabilirsiniz? Bu özgürlüğü nasıl kullanmalısınız?" Sartre'ın ifadesiyle, "İnsan özgürlüğe mahkûmdur." Bu, bireyin özgür olduğu ve bu özgürlükle ne yapacağına karar vermek zorunda olduğu anlamına gelir ve bu büyük bir sorumluluk getirir. Her birey, yaşamının bir noktasında "Ne yapmalıyım?" sorusuyla karşılaşır ve bu soru büyük bir kaygı yaratabilir. Çünkü hayatın anlamını kimse bize dikte etmez; bu anlamı biz yaratmalıyız. Günümüz toplumunda, çoğu insan her gün işe gidip para kazanıyor ama işlerini severek yaptıkları söylenemez. Bu nedenle, çoğu zaman özgürlüğümüzden vazgeçmek zorunda kalırız.

İşte bu noktada yaşamın amacı devreye girer. Eğer bu dünyada var oluyorsak, zamanı nasıl geçireceğimizi ve hayatımıza nasıl bir anlam katacağımızı seçmek zorundayız. Varoluşçuluk, bize "Özgürsünüz, kendi yolunuzu seçin!" der. Ancak bu özgürlük hem fırsatlarla hem de zorluklarla dolu bir yolculuktur. Bu yolculuk, bireyin kendi özünü yaratmasıyla tamamlanır. Varoluşçular, bu yüzden özgürlüğün ve sorumluluğun önemini vurgular ve bireylerin kendi hayatlarını inşa etmeleri gerektiğini savunur.

Varoluşçuluk, Platon ve Aristoteles'in savunduğu "önceden var edilmiş öz" fikrine karşı çıkar. Bu konuyu daha anlaşılır kılmak için basit bir benzetme yapabiliriz: Bir bıçak düşünün. Bıçağın keskin olması, onun işlevini yerine getirmesi için yeterlidir. Sapı plastikten mi yoksa tahtadan mı yapılmış, çok da önemli değil. Çünkü bıçak, bir şeyleri kesmek için tasarlanmıştır ve bu yüzden de bıçağın özü, keskinliğinde yatar.

Platon ve Aristoteles'e dönersek, onlar bıçak gibi tüm insanların da önceden belirlenmiş bir amacı olduğuna inanıyordu. Yani, doğduğunuzda size verilmiş bir öz var, bir nevi kader gibi. Bu öz, kutsal ve değiştirilemez bir şey olarak kabul edilirdi. Ancak varoluşçuluk, bu görüşe tamamen zıt bir noktadan yaklaşır. Varoluşçular der ki: "Hayır, önce var oluruz, sonra özümüzü yaratırız." Yani biz insanlar, doğduğumuzda elimizde önceden belirlenmiş bir amaç ya da kader yoktur. Ne yapacağımıza, kim olacağımıza, hayatımızın anlamını nasıl yaratacağımıza kendimiz karar veririz.

Bir bıçak, elbette ki su şişesi olamaz; ama biz insanlar olarak özgür irademiz var ve bu iradeyle hayatımızın hangi yönde ilerleyeceğine karar veririz. Varoluşçulara göre, bu özgürlüğü kullanarak kendimizi önceden bahşedilmiş bir özden kurtarabiliriz. Ancak bu da beraberinde büyük bir sorumluluk getirir. Özgür olmak, aynı zamanda kendi seçimlerimizin yükünü taşımak anlamına gelir. Herkes hayatında bir noktada, "Ne yapmalıyım?" sorusuyla karşı karşıya kalır ve bu soru bazen büyük bir kaygıya neden olabilir. Çünkü kimse bize hayatın anlamını ne olması gerektiğini söylemez; o anlamı biz yaratmalıyız. Günümüz toplumunda, çoğu insan her gün işe gidiyor, para kazanıyor ama işlerini severek yaptıkları söylenemez. Bu nedenle, çoğu zaman özgürlüğümüzden vazgeçmek zorunda kalıyoruz. Yaşamın amacı, işte tam da bu noktada devreye giriyor. Eğer bu dünyada var oluyorsak, zamanı nasıl geçireceğimizi, hayatımıza nasıl bir anlam katacağımızı seçmek zorundayız. Özetle, varoluşçuluk, insanlara "Özgürsünüz, kendi yolunuzu seçin!" diyor. Ancak bu özgürlük hem fırsatlarla hem de zorluklarla dolu bir yolculuk anlamına gelir. Nihayetinde, bu yolculuk bireyin kendi özünü yaratmasıyla ya da parçalamasıyla sonuçlanır.

title