DOSYA HABER/TÜRK MİMARLIĞININ SERÜVENİ - Mimar Mehmet Öğün, Türk-İslam mimarisinin, estetik hissiyat yaratmaktan kaçındığını söyledi Açıklaması
Mimar Mehmet Öğün, Türk-İslam mimarisinin, estetik hissiyatı yaratmaktan kaçındığını aktararak, "Bu mimari yaklaşım, iç ve dış zıtlıkların geriliminden değil de tam aksine zıtlıkların bütünlük içerisindeki gönüllü birliğinden beslenen, tabiata saygılı, az ile yetinen özel bir tasarım...
Mimar Mehmet Öğün, Türk-İslam mimarisinin, estetik hissiyatı yaratmaktan kaçındığını aktararak, "Bu mimari yaklaşım, iç ve dış zıtlıkların geriliminden değil de tam aksine zıtlıkların bütünlük içerisindeki gönüllü birliğinden beslenen, tabiata saygılı, az ile yetinen özel bir tasarım yaklaşımıdır ve özgün Türk-İslam mimarlığının sınırlarını çizer." dedi.
Türk mimarlığının serüvenini, mimarlığın pratik yansımalarını ve mimari sorunlara ilişkin çözüm önerilerini AA muhabirine anlatan Öğün, birlik anlayışından beslenen, tabiata saygılı ve az ile yetinen özgün tasarım yaklaşımının, Türk-İslam mimarisinin temel özellikleri olduğunu söyledi.
Öğün, kendisinden önceki medeniyet birikiminden faydalanarak, bütünlüklü bir mimari yapı ortaya koyan Türk-İslam mimarisinin sınırlarının, bu yaklaşımla çizildiğini aktardı.
Avrupa'nın yükselmesinden önceki on asırda, Çin ve İslam olmak üzere iki önemli uygarlık olduğunu vurgulayan Öğün, şöyle devam etti:
"Çin, küçük farklılıklarla kendi bölgesinde kalırken İslamiyet, farklı ırk, dil ve kültüre sahip insan topluluklarını kendi çatısı altında toplayarak hızla yayılmıştır. İslamiyet'i benimseyen insanların yaşadığı kent, kır ve göçebe yaşamının dinamik döngüsü, sürdürülebilir, evrensel yeni bir uygarlığın doğmasını sağlamıştır. Enerji dolu göçebeler, asabiyetlerini kaybetmiş yöneticilerin iktidarı altındaki şehirleri, saltanatları fethederek, kendi beyliklerini, hanlıklarını, devletlerini kurmuş, egemenlik sınırlarını sürekli genişletmiştir."
Mehmet Öğün, Büyük Hun İmparatorluğu'nu takiben Karahanlılar, Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlar ve Osmanlılar'ın İslam sonrası dönemin öne çıkan Türk kökenli devletleri olduğunu vurgulayarak, "Birikimlerini, egemen oldukları Anadolu'da asli kimliklerinden ödün vermeden, karşılaştıkları her yeniliği, farklılığı dönüştürmekte kullanmışlar, uygarlıklarının seviyesini, vücuda getirdikleri şehirlerde daha yükseğe taşımışlardır." diye konuştu.
"İlk büyük kırılma Sa'd-abad Kasrı ve çeşmelerle yaşandı"
Anadolu ve Balkanları kapsayan geniş bir coğrafyada, Türklerin meydana getirdiği şehir oluşumları ve mimarinin özgün olduğunu ve asırlar boyu varlığını koruduğunu kaydeden Öğün, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Ancak bu mimari Helen, antik Mısır veya Roma mimarlığı gibi simetriye, armoniye dayalı ölçü düzenleri ve kendine has dondurulmuş estetik kuramlarla tarif edilebilir nitelikte olmayıp, tamamen farklıdır. Türk-İslam mimarisi, başkası adına tavır takınan, hesaplı bir estetik hissiyatı yaratmaktan şiddetle kaçınır. Bu mimari yaklaşım, iç ve dış zıtlıkların geriliminden değil de tam aksine zıtlıkların bütünlük içerisindeki gönüllü birliğinden beslenen, tabiata saygılı, az ile yetinen özel bir tasarım yaklaşımıdır ve özgün Türk-İslam mimarlığının sınırlarını çizer."
Öğün, Türk mimarisindeki temel kırılmaları anlamak için geçmişte üretilen yapılarla ilgili mimarlık tarihine dikkatli bakmak gerektiğinin altını çizerek, ilk büyük kırılmanın, 18. asrın başında III. Ahmet tarafından başlatılan, "Yeni Üslup" akımının ürünleri olan, Fransız saray mimarisini örnek alan, rokoko tarzındaki Sa'd-abad Kasrı ve çeşmelerle yaşandığını vurguladı.
Rokoko akımının ardından barok üslubun egemen olduğuna işaret eden Öğün şu bilgileri verdi:
"I. Mahmut döneminde inşa edilen, yarım kubbeli ve köşeli mihrabı, şadırvansız dairesel avlusuyla Nuruosmaniye Camisi, III. Selim'n Mimar Sinan eseri Kavak Sarayı'nın yerine yaptırdığı Selimiye Kışlası ve II. Mahmut'un Nusretiye Camisi, barok üslupta inşa edilmiş, böylelikle mimarinin yönelimi kesinleşmiştir. Önce rokoko, ardından barok üslup tercihimizdeki sıralamanın tuhaflığı bile, içerikten uzak bir taklit aceleciliğinin sonucudur. Barok tarzda inşa edilen yapıları, Batı'da barok ve rokokonun aşırıya kaçan süslemeciliğine tepki sonucu doğan, neoklasik-Ampir-Art Nouveau gibi eklektik üsluplar izlemiştir. Bu canlandırmacı üsluplar giderek, adeta zorunlu hale gelmiş ve tüm resmi yapılarda tercih edilmiştir. Tanzimat Fermanı ile Batı fikriyatının etkisinin kalıcı hale gelmesi, Osmanlı hükümdarlarının, çağdaşlaşmayı ancak Avrupa'yı taklitle başarılabilecekleri yanılgısıyla İslami varlık kavrayışının 'her şeyi doğru yerine koymak' ve 'birlik içerisinde çeşitlilik' gibi temellerinden neş'et ederek, kibirden uzak duran, bağımsız tektoniklerin dengeli bütünlüğünden ve sadelikten doğan şehir ve mimarlık anlayışından uzaklaşmasına yol açmıştır."
"Mimari, kronometrenin ölçebildiğinden farklı, özel bir zamanı yaşama imkanı sunar"
Mimar Öğün, iki asır süren üslup taklidine tepki olarak, milli kimliği taşıyacak yerli mimariyi var etmek iddiasıyla başlayan Milli Mimari Rönesansı'na da değinerek, "Batılı kabullerle oluşturulmuş kamusal bina tipolojisine uygun tasarlanan hizmet binalarının sadece cephelerinin, Osmanlı mimarisinin klasik dönemine ait, sütun başlığı, sivri kemer, çini tezyinat, kubbe gibi milli unsurlarla bezenmesiyle sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet döneminde de bir süre aynı yaklaşım sürdürülmüş, kültür politikalarında modernliği öne çıkartmak ihtiyacının duyulmasıyla, Batı'da yaygınlaşan kübik mimari, 'Uluslararası Üslup' örnek alınmaya başlamıştır. Avrupa siyasetindeki değişimler, nasyonalist akımların güçlenmesi, bizde de tekrar millileşme eğilimi yaratınca, estetik yoksunu, kişiliksiz ve monoton eleştirilerine muhatap olan 'Ankara Kübiği' yerini 'Türk' kökenimizden beslenen 'İkinci Milli Mimari' üslubuna terk etmiştir. Bu hareketin arayışı, bölgesel özelliklere göre ve inanç dünyasına dayanarak biçimlenmiş Osmanlı mimarlık birikiminin özünü keşfederek, çağın ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir mimarlık dili oluşturmaktı, ancak 1950'li yılların başında Batılı tasarımların kopyalanması yeniden yoğunluk kazandı." dedi.
Bireyin dünya ile ilişkisini, doğal ve insan tarafından inşa edilmiş fiziki çevre üzerinden kurduğuna dikkati çeken Öğün, söz konusu inşa süreci ve eyleminin, seçilen farklı malzemelerin bir araya gelerek yeni bir varlığa dönüşmesiyle gerçekleşeceğini ve bu sürecin belirleyicisinin mimari olduğunu kaydetti.
Mehmet Öğün, mimari kararlar neticesinde varlık kazanan yapıların kullanıcısına mekan ile zamanı birbirinden koparan bir bütünlük sunduğunu söyleyerek, şunları aktardı:
"Mimari, kronometrenin ölçebildiği zamandan farklı, mimariye has, özel bir zamanı yaşama imkanı sunar. Mimariye has zaman, yapılar ve onların çokluğu ile oluşan şehirlerin bünyelerinde barındırdığı çeşitli suretler ve mekanlar sayesinde fark edilir, anlaşılır. Türk-İslam uygarlığında, 18. asır başına kadar Avrupa'dan tamamen farklı bir mimari anlayışla ele alınan, sadece tek bir suretin ayırdına varmaya imkan veren bir tasarım yaklaşımı mevcuttur. Bu da bütünlüğü var eden ortak bir zeminin, diğer bir deyişle farklı bağımsız unsurları rabt edecek güçlü bir birliğin varlığı sayesinde mümkün hale gelir. Hareket halindeki insan gözünün, bir şeyi taklit ya da temsil etmeyen, herhangi bir eylem veya yöneliş telkininde bulunmayan, sadece kendisi olmak hususunda ısrarcı, tarafsız ve bağımsız, özgür suretlerin ve mekanların ayırdına vardığı her an, bireye özel bir heyecan yaşatır ve bellekte ayrı bir katmana kaydedilir. Bu katmanların, anların yekunu, mimariye has zamanı oluşturur, mimarinin barındırdığı çekirdek fikirle öz ile temas mümkün hale gelir. Kadim mimarimiz bu açıdan son derece zengin deneyimleri biriktirmeye imkan veriyordu."
"Kalıcılığı, kalıcı olmamakta bulan tasarım yaklaşımlarının varlığı da unutulmamalıdır"
Mimari eserin kalıcılığının, onu meydana getiren formların ve mekanların, söz konusu mimari ürünün ziyaretçisinde uyandıracağı emniyet duygusundan ortaya çıkacak huzur ve ferahlığın yoğunluğuna bağlı olduğunu söyleyen Öğün, "Bina ile doğrudan ilişki kurmayı imkansızlaştıran her türlü simetriden, sözde oransallık ve zamana tabi temsil gösterisinden uzak duran, zıt karakterdeki tüm unsurları gönüllü olarak birlik altında toplanmaya ikna etme becerisine sahip ustalar bu zorluğu aşar ve kalıcı eserler vücuda getirebilir. Kalıcılığı, kalıcı olmamakta bulan tasarım yaklaşımlarının varlığı da unutulmamalıdır. Ahşap konut mimarlığı geleneğimiz, geçiciliği sayesinde asırlara meydan okuyabilmiştir." ifadelerini kullandı.
Öğün, deprem ile mimari arasındaki ilişkiyi zor ve karmaşık hale getiren nedenin, tercihler ve önceliklerdeki yanlışlıklar olduğunu vurgulayarak, az kat, uygun malzeme ve doğru inşaat teknikleri kullanılarak depremin etkilerinin en aza indirgenebileceğini dile getirdi.
Büyük kentlerde yaşanan hayatın mimariyle yakın temas kurmaya izin vermediğini aktaran Öğün, şöyle devam etti:
"Vasat altı mimarinin hükümranlığındaki mega kentin siluetinde sürprizler yaratan, kaçış vahaları oluşturan az sayıdaki tutarlı yıldız mimar tasarımları, çoğunluğun mimariyi duyumsamasına yetmiyor. Oysa, her yaştan şehirliye, farklı mimarlar tarafından tasarlanmış insan ölçeğindeki az katlı bahçeli ev dokularının arasında yürüyerek, her anında ayrı bir güzelliği sunarak, heyecan yaşatacak şehir dokuları gerçekleştirilse, mimari ve kullanıcı ilişkisi yaygınlaşarak normalleşecektir.
Her şehir, majör bir hikayedir, fakat minör hikayeciklerin külliyatından oluşur. Hikayeler, kurucu ana fikrin etrafında farklı nesillerce sürekli baştan yazılır ve terennüm edilir. Bu hikayenin mizacını, doğal veriler ile şehir hayatına ait karmaşık, çok katmanlı, belirsizliklerle dolu sorunların, talep ve ihtiyaçların zaman içerisindeki çözümlenme şekli belirler. Dolayısıyla minik hikayeler olmadan akıl yürütme yoluyla büyük hikayeyi tutarlı ve kalıcı bir hüviyete sahip kılmak son derece güçtür." diye konuştu.
Öğün yeni bir şehir tasarlamak durumunda alınması gereken temel kararları ise şöyle özetledi:
"Toplumu ayrıştırarak yalnızlaştıran mega kent yaklaşımı yerine, 25 bin nüfuslu, uyumlu sektörlerin birlikteliğiyle organize olmuş, doğa ve insan dostu, tutumlu, verimli, sürdürülebilir yeni şehirler bütünlüğünü planlamak, şehrin çekirdeğini oluşturan, insanın hayatını çerçeveleyen bir ürün olan evin komşuluk ilişkilerini doğru kurmak, bireyleri yüceltecek şekilde tabiata saygıyı, topoğrafyaya, insan ölçeğine uyumu sağlayacak, şehirlinin çevresiyle bilinçli ilişki kurarak güzelliklerin farkına varmasını özendirecek tüm mimari tedbirleri almak, küçük ölçüleriyle, altyapı ve ulaşım yanında, sosyal donatı ve yönetim maliyetleri açısından ekonomiyi önemsemek olurdu."